Hiçbir medeniyet tek başına var olamaz. Her medeniyet kendisine tevarüs eden kültürel mirasla tezahür eder ve kendini tanımlayan değerler dünyasıyla ayakta durur. Bu değerler dünyası siyasetten ekonomiye, hukuka, mimari ve sanata kadar insanın kendisini gösterdiği bütün varlık sahalarında ortaya çıkar.
İnsan, var olma mücadelesi içerisinde mevcudiyetinin birçok katmanını ödünç aldığı topluma karşı özel bir sorumluluk hisseder. Bu sebeple insanın kendisini şekillendiren topluma karşı, bireysel özgünlüğünü çeşitli entelektüel düzeylerde yansıtması gerekir. Bu sayede toplumsal yenilenme ve kolektif dönüşüm gerçekleşmiş olur. Bu değişim ve dönüşümün ekseni, sübjektif yönelimler yerine evrensel ve nesnel doğayla uyumlu, bütün varlık sahasını dengeli bir şekilde kapsayan üst düzey bir genellik içermelidir. Dönüşüm süreçleri içerisinde insanı aşırılıklardan ve zıt kutuplara savrulmaktan koruyacak olan üst ilkeler, ona aşkın bir varlık âleminden taşarak yüce yaratıcıdan gelmektedir. Tam da bu noktada din, bir denge unsuru olarak, insanı ait olduğu tabiatın doğal yörüngesinde sabit tutmakta, böylece hem bu dünyada hem de ahirette ona layık olduğu bir var oluş imkânı teklif etmek.