16. Yüzyıldan itibaren Endülüs, İdil Boyu, Balkanlar, Uzak Doğu, Afrika, Hindistan, Türkistan gibi İslam coğrafyaları Batı emperyalizmi tarafından istila dilmiştir. Bu süreçte Müslümanlar, ya gayrimüslim hâkim devletin kanunları altında anayurtlarında kalacaklar veya İslam yurtlarından birine hicret edeceklerdi. Hicret etmeyip de kalmayı tercih edenler varlıklarını sürdürme mücadelesi vermişlerdir. Bu aşamada milli kimliklerini ve varlıklarını sürdürebilmek, asimilasyon politikaların direne-bilmek için dinamik bir dini anlayış ve hayat, neredeyse tek ümit ışığı olmuştur. Ancak, onlar da İslami müktesebatlarının, özellikle fıkıh mirasının emperyalist gayrimüslim rejimler kar-şısında kendileri için yeterli olmadığı kanaatine sahip olmuşlar ve çıkış yolları aramışlardır. Bu arayışlardan birine 20 yüzyıl başlarında Çarlık Rusya hâkimiyetinde yaşayan İdil Boyu (Tataristan/Kazan, Başkırdis-tan) Müslüman Türklerde rastlıyoruz. Bu konuya önderlik edenlerden biri Tatar cedid/yenilik hareketinin ileri gelenlerinden Rızaeddin Fahreddin'dir. O, Menasıb-ı Diniye adlı risalesinde Müslümanların Rus hukuk ve yargı istemi karşısında kendi fıkıh-kazâ/yargı geleneği ile çıkmalarını önermiş ve bunda ısrarcı olmuştur. Ancak ona göre fıkıh-kazâ mirası günün ihtiyaçlarını karşılamaktan ve Ruslar karşısında direnç dayanağı olmaktan uzaktır. Çare, tıpkı Osmanlıların Mecelle örneğinde olduğu gibi ictihad yoluyla tecdid veya güncellemedir.