Bir milleti ayakta tutan değerleri, inançları, örf ve âdetleri vardır. Bunlar milletlerin damarları, eti, kemiğidir. Harçsız, çimentosuz, temelsiz binalar nasıl çökerse, maddi ve manevi değerlerine sahip olmayan toplum ve milletler de çökerler.
İslâmiyetten önce örf, âdet ve geleneklerine düşkün olan Türkler, Müslüman olduktan sonra İslâmiyetin yasak etmediği âdet ve geleneklerini sürdürdüler.
Muhteşem Osmanlı'nın kudret ve haşmetine yakışan, büyük ilgi gören ve halkın devlet ile kaynaşmasına vesile olan bu çok ihtişamlı tören ve alayların çoğu dinî içerikli idi.
Tören ve Alaylar sırasında halkın ve alkışçıların "mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var" hakimâne sözleri yanında, gönül doktoru ve sevgi pınarı Şeyh Edebâli'nin (Osman Bey'e); "Halkını yaşat ki Devlet yaşasın!" nasihati de padişah ve devlet adamlarını bir bakıma hizaya getiriyordu.
Törenler, Osmanlı'nın devlet hayatının ayrılmaz bir parçaydı. Ona özellik ve güzellik katıyordu. Cülûs, elçi kabûlü, sefere çıkış törenleri devletin haşmetine yakışır bir şekilde yapılırken, dosta ve düşmana heyecan ve korku salıyordu