Antikçağ dünyasından geriye görkemli yerleşimler, anıtlar, heykeller, yaşamın izlerini taşıyan eserler, anlatılar kaldı. Bu kalıntılara uygarlığın penceresinden bakanlar, mutlu bir topluluğun zevk içindeki ayrıcalıklı yaşam kesitlerini görür. Mermer sütunlarla desteklenen antik kentler, müzeleri dolduran estetik heykeller, anıtsal mezarlar, lahitler, dev surlar iktidarın sahip olduğu güce, çağın estetiğine ve teknolojideki mucizeye dikkat çekerler. Sömürüye dayalı yaşam biçiminin arkeolojik nesneye yüklediği "sınıfsal ihtişam" bakanın zihninde onu yapanların emeklerini görünmez kılar. Örneğin bir mezarda bulunan altın diademler, takılar, pahalı hediyeler, kap kacaklar ölenin zenginliğine işaret eder ama o metalleri çıkarması ve işlemesi için maden ocaklarında kölelerin ölümüne çalıştırılışı, emekleri ve hatta yaşamları, o gün olduğu gibi bugün de örtbas edilir. Ne antikçağın iktidar sahibi yazar, sanatçı ve düşünürleri ne de günümüzün gözleri sınıfla mühürlenmiş modern yazar ve entelektüelleri bu sömürü düzenini görür. Sarayla mabet arasında kümelenen imtiyazlı sınıfların emek sömürüsüne ve tüketime dayalı yaşamları, mülkleri ve güçleri övgüyle konu edilirken o yaşamı bütün nesneleriyle birlikte üreten insanlar, dilde, sanatta, edebiyatta yok edilmiştir. Çünkü "uygarlık" adı verilen bu yeni düzende "birilerinin çalışmadan yaşaması için binlercesinin yaşamadan çalışması" gerekir. Büyük tarih anlatılarında yeri olmayan ötekilerin izini süren bu kitap, müzelerin, anıtların, sanat eserlerinin göz alıcı hikâyelerinin gölgesinde bırakılan emek sömürüsünün kökenlerini sorguluyor. Gerçek şu ki yoksulluk doğal da değildir kader de; yoksulluk bir uygarlık icadıdır.