Robert Walser, İsviçre yazınının en ilginç yazarlarından birisidir. Yazar, yalnızca yapıtlarıyla değil, trajik yaşam öyküsü ile de her zaman gündemde olmuştur. Bu trajik yaşam öyküsünün temel belirleyeni hiç kuşku yok ki şizofrenidir. Her ne kadar onun şizofren olduğuna karşı çıkan görüşler olsa bile yazarın psikolojik açıdan travmatik bir yönünün olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bu hastalık, yapıtlarda kimi zaman doğrudan kimi zaman ise bir arka plan olarak varlığını hep hissettirir. Kuşkusuz ki bu kitabın konusu şizofreninin izlerini aramak değildir, ancak konu, heterotopya olunca ve heterotopya da mekanların bir bakımdan öteki anlamlarını ya da özel anlamlarını araştıran bir kuram olduğu için doğal olarak heterotopik bir çalışmanın, heterotopik bir algının gereğince şizofreninin ve yazarın önemli mekanlarının/kavşaklarının peşine düşmek bizim için kaçınılmaz oldu. İşte bu nedenle, Walser romanlarının heterotopya açısından birçok çağdaşından çok daha fazla veri içerdiğini söylemek bir abartı olarak görülmemelidir. Üstelik şizofreninin ona gösterdiği yaşam çizgisi, içinde bulunduğu mekanlara heterotopik bir anlam yüklenmesini kolaylaştırmıştır. Kliniklerde geçirdiği yıllar ya da oldukça katı kuralların söz konusu olduğu uşaklık okulu gibi mekanlarda geçen gençlik yılları, iş dönemleri onun için bilinçaltında çok ciddi bir iz bırakmış olmalıdır. Bu izler, heterotopik algının Walser romanlarındaki mekânsal izdüşümleridir.