İslâm'ın geldiği zamanda Doğu'da Hindistan'da ve Batı'da İskenderiye'de bilimsel faaliyetler sürerken Arap coğrafyasında bilimsel bir etkinlikten söz etmek mümkün değildi. İskenderiye gibi bilim merkezlerinin Müslümanların hâkimiyetine geçmesi ve Batı'dan kaçan bilim adamları ve eserleri ile Müslümanların tanışması gibi etkenlerle İslâm medeniyeti, zaten özünde var olan bilim emrine duyarsız kalmadı. Özellikle ilk Abbasi halifeleri bilime çok önem veriyordu. Harun Reşid, Bağda'ta Beytü'l-Hikmet'i (Bilgelik Evi) kurmuş ve burada başlarda Hintçeden yapılan tercüme faaliyetlerine özellikle Yunancadan yapılan tercümeler eklenerek kısa zamanda Yunan bilim ve kültüründen çok sayıda eser Arapçaya kazandırılmıştı. Bilgelik Evi'ndeki faaliyetler İslâm dünyasında bilimin gelişmesine çok önemli katkılar sağlamış, bunun yanında Batlamyus'tan yapılan çevirilerle astronomiye de yoğunlaşan Müslümanların kurdukları rasathaneler de Bilgelik Evi gibi bir bilim merkezi olmuştu. Dokuzuncu yüzyılın başlarında Harun Reşid'in kurduğu ve sonrasında yapılması devam eden hastaneler ise özellikle tıp bilimin tesisinde önemli rol oynamıştı.
Bahsi geçen hadiselerle İslâm bilim tarihi gelişerek devam ederken 12. asırda bazı Müslüman seyyah ve bilginler tarafından coğrafya, astronomi, tıp, botanik, zooloji gibi doğa bilimlerini ve folklorik bilgileri içeren birtakım eserler yazılmaya başlamıştır. Bu seyyah ve bilginler, seyahatleri sırasında gördüklerini veya alâkadar oldukları doğa bilimlerini içeren kitaplar yazdılar; bu tür eserleri adlandırırlarken de "acâ'ib" ve "garâ'ib" kelimelerini kullandılar. Acâ'ibü'l-Buldân, Acâ'ibü'l-Hind, Acâ'ibü'l-Maġrib, Acâ'ibü'l-Mahlûkât ve Garâ'ibü'l-Mevcûdât gibi. Benzer isim ve konuları içeren bu eserleri "acâ'ib türü" olarak değerlendiren araştırmacılar olduğu gibi böyle bir türden söz edilemeyeceğini öne sürenler de vardır. Arap ve Fars edebiyatlarında birçok örneği bulunan bu eserler içerisinde en meşhuru Zekeriyya bin Muhammed Kazvinî'nin (ö. 682/1283) kaleme aldığı "Acâ'ibü'l-Mahlûkât ve Garâ'ibü'l-Mevcûdât"tır. Kazvinî'nin Arapça telif ettiği bu eser, farklı zamanlarda Farsçaya ve Türkçeye tercüme edilmiştir.
17. yüzyılda Osmanlı sarayında rûznâmeci olarak görev yapan Muhammed Şâkir, dönemin güçlü devlet adamlarından Murtaza Paşa'nın emri ile Kavzi'nin eserini muhtasaran Türkçeye tercüme eder. Ayrıca tercüme sırasında Demîrî'nin Hayâtü'l-Hayevân adlı eserinden de faydalanır. Muhammed Şâkir'in tercümesinin 444 adet minyatür içeren tek nüshası Amerika'da The Walters Art Museum'dadır. Bu çalışmada bahsi geçen nüsha minyatürleri ile birlikte günümüz harflerine aktarılmıştır.