herkesin yangını dışına taşmış
hangimiz kor, hangimiz ateş, hangimiz kül, hiç bilinmeyecek.
Leyla Çağlı'nın daha ilk okuduğum şiirinde neredeyse hayatla bağdaşmayacak bir incinebilirlik sezmiştim. İlk yapacağı sırça köşküne sığınmak olabilirdi, ama sığınmamıştı, saklanmamıştı, evrenle hemdert (Yakup'un çağıranı) olmak peşindeydi bence.
Bu nitelikler arasındaki gerilimin altından (hele çoğumuzun gitgide azınlıklara karıştığı bir ortamda) olsa olsa en katmerli azınlıklardan gelen biri kalkabilirdi: Hem kadın, hem şair biri.
Kendi deyimiyle doğumu yeniden ertelenmiş, kırık kaburgam gibi durmadan batan bir şairdi o. Ökçesine basarak konuştukları dilinin astarına kaçan... Şiirini ağır tahrik altında işleyen... Havva, Pandora, Eliam'ın kızı, Uriya'nın olabildiğince karısı... Tanrının kaç oğlu varsa baştan çıkarmış… Ortaçağ cadılarıyla aynı ateşte yanmak için çok nedeni olan bir şair.
Büyük harfi az, ama öncelikle bir kadının görünmezliğini, duyulmazlığını aşan, has şiirden bekleneceği gibi kendi dilini kurma, kendi bilgi biçimini oluşturma uğraşı veren şiirler yazmış bir şairdi Leyla Çağlı.
Erken ölümü kim bilir kaç şiire patlamış, onca borçlu olduğumuz bir şairdi:
hangi yıldız benim kadar istekle söndürürdü kendini kalabalık yatışınca gitmeyi unutmasam.
Mustafa Ziyalan