"Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın" diyordu Walter Benjamin. Milattan önce 700 yılından beri bir medeniyet şehri olagelen İstanbul da işte böyle iki yüzlü bir madalyon: Birinde göz alıcı saraylar, ihtişamlı mabetler, Boğaz sefaları, bayram eğlenceleri, erguvanlar, laleler, derya kuzusu lüferler var; diğerinde savaşlar ve katliamlar, isyanlar ve göç, sömürü ve yoksulluk. İstanbul'un bir Ayasofya'sı var, bir de Ayasofya'nın duvarına ismini kazıyan vandal Viking komutanı Halvdan'ı.
Hakan Sipahioğlu ilk öykü kitabı Kıyamet Ha Kıyamet'te geleneksel hikâye anlatıcılığını politik bir kara mizahla harmanlayarak gündelik hayatın içindeki felaketleri gün yüzüne çıkarıyordu. Beş yıl sonra gelen bu ikinci kitapta el yükseltiyor: Tıpkı anlattığı metropol gibi an be an farklı görünümlere bürünen bir dil ve iğneleyici bir üslubun eşliğinde sınıfsal, cinsel, kentsel, siyasal suçların izini sürüyor bu kez. İstanbul'un işgal yıllarında başlayan gezinti Nişantaşı'nın pahalı restoranlarına, Veliefendi'nin çim pistlerine, Beykoz'un tarihi köşklerine ve Karaköy'ün et pazarlarına kadar uzanırken "güzel İstanbul"u var eden zalimliğin tarihçesini kayda alıyor.
Şehrin Şeytanları, "güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar" denen İstanbul'un ağlayanlarını biraz gülümsetmek, gülenleriniyse tedirgin etmek adına naçizane bir katkı. Kentin güzelliğine, zenginliğine, zarafetine methiyeler düzen geleneğe karşı "şiddet"li bir protesto.