Fakülteyi yeni kazanmıştım. Telefonların, medya havuzunun olmadığı o yıllarda kitaplarla yaşamak ve bizim dünyamızın o satırların neresinde olduğu gibi bir mesele vardı. İçiniz doldukça bunları paylaşma ihtiyacı hissediyordunuz. Gurbete giderek öğrenci olmanın nesi güzel denilirse, işte bu tarafı diyebilirim.
Susku ekibiyle birbirimizi görmediğimiz bir gün neredeyse olmazdı. Ansızın kapınız çalınır ve sohbetler akar giderdi.
Bizim (üniversite) zamanımız bir tutkunun, bir hayâlin peşinden koşmaktı. Yeter ki derginin yeni sayısı çıksın, diğerleri bizde zaten var olandı. Paramız da yoktu aslında. Kara kara düşündüğümüz bir tek bu idi. İlhammış, dünyalar tasarlamakmış, bize kolaydı. Her buluşmamızda henüz bilmediğimiz farklı yanlarımızı da keşfederdik. Bu yeni keşiflerle bir yola revan olurduk. Bazen bir cümle, bir anı, bazen de hayatın özeti gibi cümleler. Dert büyüktü ama küçük mutluluklar yetiyordu.
Yaşamda en güzel şey bir dostun kapısını çalmak. Ve geleceğini hissettiğiniz anda çıkıp gelmesi o dostun. O anlamda ben bunu yaşadığım için şanslıyım diyorum. Elinde bir tutam yaprak çayla, bazen bir küçük tüple, bazen de meyvelerle gelen dostlarım olmuştur. Kapıdan girip sedire oturmuştur birisi. Hiç konuşmadan uzun bir şiir okuyup gitmiştir.
Sohbetlerimizde şu iki kelime hiç eksik olmamıştır;
"Okuyor musun?"
"Yazıyor musun?"
Kelimelerin Sihirbazı