Bir tarafta yaşanılan duyguların en güzeli ve yoğunu olan aşk, bir tarafta da aşkın baş kahramanı olan âşık/âşıklar. Bu iki konu tarih boyunca tüm akılları meşgul etmiştir. Âşık/lar kendisini hep özel hissetmiştir. Çünkü dünya üzerinde en güzel, en büyük ve en büyülü vb. aşkı kendisi yaşamakta ve yaşatmaktadır. Ama nedense âşık olduğu kişi bunun hiç farkında değildir. Hep kendisine sorar, daha ne yapmam lazım, daha ne istiyor benden, daha nasıl gösterebilirim aşkımı… Sanatta, şiirde ve sinemada en fazla işlenen konu, aşktır. Aşk konusu işlenirken âşık nerdedir, bilinmez… Aşk denen büyüye kapılan herkes hep aşkı sevmektedir ama aşkın iki tarafı olduğunu unutmuştur… Şiirler hem aşkın hem de âşığın yuvası durumundadır. Şiirlerde yer bulamayan aşk ve âşık kendine kitaplarda yer açmıştır… Aşklar daha ziyade işaret edilerek anlatılırken âşıklar yine belirsiz ve belgisiz olarak ikinci planda duruyor. Aşkları anlatmak için biraz süslü cümlelere ve sıfatlara ihtiyaç vardır. Bunun karşısında âşıklar için de sanılanın aksine süslü değil sade sıfatlar daha makbul… Aşk ve âşık ne kadar birbirine düşse de kızsa da hep olaylara olumlu bakıyorlar. Bu aşkın kanununda var herhalde. Olumlu bak olumlu düşün, her şey olacağına varacak. Âşığın yaşanırken ortada olmaması mıdır sorun bilinmez ama aşk için nedense hep bir olumsuzluk söz konusu… Kendinden yola çıkarak yaşananların insani şeyler olduğunu anlatırken hep karamsarlığa kapılmış âşık. Neyi nasıl anlatamamış da mutsuz olmuş ve olumsuz düşüncelere kapılmış, bilinmez. Aşk yaşanırken âşık kendini hep dışlanmış hissettiğinden kimse onunla ilgilenmemiş. Bir yerde bir yanlışlık var o da âşık ortada yok. Kim, niye kızdırdı, küstürdü araştırılması lazım. Bir an önce âşığı bulup aşka dahil etmezsek, kaybolup gidecek. Herkes üzerine düşeni yapsın, kayıp olanı bulup aşka davet edelim, oyundaki yerini alsın ve üzerine düşenleri yapmasına fırsat verelim.