Medeniyetin kadim unsurlarından biri olan şiiri düşünürken tarihimiz içindeki değişim sürecinin kırılma noktasından başlamak lazım gelir diye düşünmekteyim. Kendine olan güvenin sarsıldığı hatta kendine güvenin kalmadığı ve öteki olanı üstün gördüğü, görmeye başladığı bir kırılma döneminin başlangıcından, bunun yanında bir nevi içsel aldanma döneminin hayata yavaş yavaş sarktığı zaman diliminden başlamak. Çünkü insanın yaşaması ile artan zorunluluk hali bazı imkanları bize sunabilir. Bizde onları kendimize yakışır bir tarzda bünyemize adapte edebiliriz. Bu imkan ve imtina elbet zaruretten doğmuştur. Değil mi ki medeniyetler birbirlerinden etkilenirler. Ama birbirleriyle aynı olamazlar. Farklılıklarını kendi içerlerinde muhafaza ederler doğal olarak. Elbet hayatımız statik değil hareket halinde olacaktır ister istemez ...
Medeniyetin Yunus Emre ile başlayarak gelen şiir damarı ise kendine has o enfes yapısıyla hala ayaktadır. Hala duyuran, irşat eden bir sesi saklamaktadır bünyesinde. Hala şiir kokusunu yaymaktadır üzerimize. Üzerimize mısralarını bulaştırmakta, zihnimize kıvılcımlarını salmaktadır bile isteye. Öyle sevgiyle yaşamaktadır ırmağa atılmayıp kalmış çağları aşmış sarı yapraklarıyla aramızda.