Bedenim sınıfta denize karşı dönük sırada oturmakta. Önümde bir bardak çay ve tarih ders notları. Arkadan sessiz ama ihtişamlı gelen bir ses Nusret Karaca'dan. Aklım buralardan çok uzaklarda. Sımsıcak bir oda, karşımda soba, üstünde kestane, dışarıda kar, yanımda sevdiğim insanlar. Pencere kenarına serilmiş döşekli yatak, yer sofrasında çay, sıcacık ortam. Soğuktan üst üste giyilmiş kıyafetler, bir yanda sobaya karşı uzatılmış ayaklar. Dışarısı sessizliğe bürünürken içeride bitmek bilmeyen sohbet. Televizyon, telefon, okul, iş yok, yarını düşünmek yok. Sevdiklerin var, samimiyet var. Derken Nusret Karaca'nın birkaç dakikalık suskunluğuyla sınıfa geri döndüm. "Neredesiniz?" diyesoruyordu. Meğer tek ben değilmişim uzaklarda olan.
Kafamdaki puslu dağların bağrından yükselen çello ezgileri çınlıyordu durmaksızın ve ben nereye gidersem gideyim bu ezgiler, hem de bağrımı çentikleyerek, delerek sürecekti. Ta ki, bir gün ben tükeninceye kadar… Baş edemeyeceğim şekilde, gecenin insanı çeken büyüleyici mavi derinliğinden daha derinlere uzanıyor, serpiliyor, harelenip dağılıyordu imge olmayı çoktan aşan fizikötesi düşüncelerim. Dumanlı dağ başlarını andıran yalnızlığımla binlerce kederin biçimlendirdiği doğa olaylarını bertaraf etmem, onlarla baş etmem olanaksızdı, biliyordum. Bu gizil doğa olaylarının enikonu yaşandığı evrenimde sınırsızdım ve hiç olmazsa kendimle baş başaydım! Ama ya somut dünyam?.. Ah o yaşamın büyük uğultusu!..
Sahi, insan neden kaçmak isterdi? İnsan kendinden öte en çok hangi uzaklığa kadar kaçabilirdi? Ötesi var mıydı? Sahi, ötesi olabilir miydi?..