Dersaadet ile Köstence arasında gidip gelen şu köhne zahire gemisinden altı aydır taşra çıkıp ayağımı toprağa basabilmiş değilim; sakal kazıtıp torlak kesildim, göynek soyunup çıplak kesildim, adımı değiştirip cavlak kesildim. Ah, can ne kadar da tatlı imiş meğer!..
Dilsizim ya güya, tayfalar Bîzebân Cavlak diye ünlüyorlar beni. Evvelleri Köstence'ye demir attıklarında gemiye kadın kaldırmaya alışmış zebunlar varlığımdan hiç hoşnut değiller, suratlarından düşen bin parça. Ben can derdindeyim, onlar gerdan…
Gerçek şu ki, ben ne gemiciyim ne dilsiz ne de sağır. cavlak da değilim, torlak da. Ben İsmail'im, Balıkçı Osman'ın oğlu İsmail, ucu kırık bir kalemin kurbanı olan Kâtip İsmail…
Üstümde mavi gök, altımda kara deniz, elimde kalem; sadece o ve beniz. O, benim her şeyimdir; dostum ve düşmanım, övüncüm ve yerincim, bilenim ve gizim.
Ona ve satır satır yazdıklarına and olsun ki kâinat onun ucunda döner, her şey o var olduğu için vardır. Dilim lal olsun, lakin o susmasın; susmasın ki bir gün katlim hakikat olur ise yazacaklarımı okuyup mağduriyetimi, masumiyetimi ve de mahremiyetimi öğrenecek olanlar -eğer bir mezar taşım olur ise- üzerine, "Maktul-i Kalem Sır Kâtibi İsmail Efendi" yazıp, âmin, diyeler.
Âmin!..