Dünya yaşantısına kendi hikâyesine uygun olan bir kapıdan çağrılıp giren insan, gün geldi
dünyaya gelme amacını unuttu ve dünyadan insanlığını giyinerek çıkacağı kapıyı da kaybetti.
Kendini sadece bu dünyadan ibaret bir varlık zannederek eksikliklerini yaşam telaşıyla unutmaya
çalıştı. Aceleci, hızlı ve savurgan davranarak düşünmeden hareket etti ve olaylara nefsani
anlamlar kattı. Kattığı anlamlarla esareti yarattı kendine, gecenin içindeki huzuru kaçırdı.
Uyumadı, uyuyamadı. Gün ışığıyla da kendinden kaçarcasına hep başkalarına koştu ve kendini
bilmekten uzaklaştı. Böylece sırra vâkıf olamadı.
Oysa sır bilinmek isteyen hazinenin ışıltısını taşıyan insana verilmişti.
Nasıl ki cam, Sır'lanarak derinlik kazanmış, görünür ve gördüğünü yansıtır olmuş, bu da camın
değerini artırmış ise, insanın üzerinde taşıdığı Sır da tıpkı bu durum gibi onun değerine değer
katmıştı. Âdem'i derinleştirmiş
ve kendinden yansıyan âlemden kendini seyretmesini sağlamıştı.
Lakin bu Sır'a ulaşmanın yolu insanın kendi özüne yol almasından,
madde ve manayı birleyerek tamlığa ulaşmasından geçiyordu. Bu sürecin sonunda da insan,
bütünün içindeki biricikliğini seyrediyor ve içindeki cevheri açığa çıkarabiliyordu. Ancak bu
durum, Misal Âlemi'nin nurundan açığa çıkan, hayal ve rüya ilmine vâkıf olanların ve gönlü
aşkla yıkananların ulaşabileceği bir seviyedir.
His mertebesinde çok oyalandık, artık sırra yol alma vakti...