Bu biraz 'sızı'nın biraz da 'saklı'nın romanı.
Çiğdem okul ödevi için gerçek bir hayatın kapısını araladığında Fehmi, Nedim, Nermin'in yaşamları ve Cüce Arif'in bilgeliği ile sarsılır. Kendi sanrılarındaki boşluğa şaşırırken; yaşamın insan eli ile değişebilme gücüne ise hayran kalır.
Mimoza ağacının gölgesinde, arkadaşlık ve aşkın içinde birbirlerinin hayatından çalınanlardan haberdar ve suskun üç yürek, asla yarıştırmadıkları kederleriyle birlikte yaşlanır.
Bu biraz da 'geriye kalan'ın romanı, sevmeye dahi kıyamayanların dilinden anlatılan…
"Haliç'in eşsiz manzarası eşliğinde bin yıllık surlara bakarken Nermin'in sesi kulaklarımdaydı ve ben şanslıydım. Kokusu denizle birleşiyordu sanki. Nermin kokuyordu dört yan. Bir uykunun en tatlı yerindeydim sanki. Aşkta bezgindim demek ki ben. Ya Nermin? Nermin nasıldı âşık olduğunda? Sanırım bu sorunun yanıtını hiçbir zaman tam olarak bilemedim. Bana en vurgun olduğu anlarda bile, gözlerinden silemediğim düş kırıklıkları vardı. Kahkahalarının altında sakladığı kilitli odaları. Ara ara gözyaşları ile suladığı bahçeleri."
"Âşıkken bile bencilleşmiyorsan eğer, insansındır… İnsanlığın galip geliyorsa eğer mutluluğa, büyük insansındır…"
"Tanrı küçük tahta parçalarını sevmezdi. Sevmiş olsaydı, baştan söyleyeyim daha güzel bir hayatımız olurdu. Hepimizin…
Tanrı'nın küçük tahta parçalarını sevmediğini anlamaya başladığım o yaz, aslına bakarsanız hayatımın yoluna girdiğini düşünmeye başlamıştım. Boyum uzuyordu çünkü. Bu beni tahmin edilenden daha çok ilgilendiriyordu ve de. Bedenimin gelişmesi, ellerimin ve ayaklarımın büyüyerek şekil alması yaşamın anlamı demekti o günlerde ve hâlâ bugün, yaşamım boyunca beni en mutlu eden şeyi sorsanız, düşünmeden büyümek derim. Şimdi gözlerimin altında beliren torbalarda, dudağımın kenarındaki kırışıklıklarda, boynumdaki sarkmalarda fikrimi bir an olsun değiştirmeme yetmez.
Büyümek, beni sevmeyen Tanrı'nın bana armağanıydı çünkü. Ve biliyor musunuz? Ben onu hep sevdim."