İbn Haldun, insanlık tarihinin, insan iradesinin cisimleşmiş hallerinden müteşekkil, belirli bir anlam içeriğine sahip tarihsel bir varlık alanı olduğunu ve doğal varlık alanından ayırdığı tarihsel varlık alanının, insanla var olan (itibârî) ve umrânla anlaşılan (bâtınî) metafizikî bir yapıya sahip olduğunu belirtmiştir. İbn Haldun, 14. yüzyılda kendi metodolojisi ve kavramsal çerçevesi dâhilinde, insan deneyimini meydana getiren boyutların nasıl birbirine bağlanıp bir bütün oluşturduğunu kavramış ve fizik dünyayla bağ kurmak suretiyle organizmaya benzettiği toplumun yapısına ilişkin bütüncül bir tarih felsefesi ortaya koymuştur. O, içinde yaşadığı siyasi coğrafyanın ona sunduğu toplumsal olgu ve olayların gidişatı hakkındaki geniş bilgiye dayanarak, tarihi, bir bilim ve bir felsefe olarak yeniden inşâ etmiştir. İbn Haldun, zamanın, devirlerin, devletlerin, bireylerin ve toplumların belli kanunlara bağlı, yavaş, gizli ve zorunlu bir değişime tâbi olduğu postulatından hareketle, bilimsel ve felsefî bir tarih anlayışı geliştirmiş ve Mukaddime'de tarihselci bir perspektife dayalı olarak ortaya koymuş olduğu bu düşünceleriyle, 19. yüzyıl Almanya'sında şekillenmiş olan tarihselcilik düşüncesini etkilemiştir.