Fahriye, yediremedi bunu kendine, baba evine döndü. Daha gençti, çok güzeldi. Köy yerinde sahipsiz olmazdı. Ne çare ki hem dertli hem de dul bir kadındı. Büyüklere karşı çıkmak yoktu geleneklerinde. Ova köylerinden birindeki Çerkez Şamil'e uygun görmüşlerdi. Gelenekleri, töreleri birdi. Zanaatı vardı. Zayıftı, güçsüzdü ama iyi bir adamdı. Bir sonbahar günü, ağabeyinin yaptığı
en güzel yaylıya atını koştu Hakkı. Ailecek doluştular, Fahriye'yi alıp geldiler. Başlıksız, düğünsüz. Dul kadına başlık gerekmezdi, damatta dans edecek derman yoktu. Birbirlerine sığındılar. Ana
babaları çoktan ölmüştü. Evin büyüğü Şamil'di. Babaya, ataya gösterilecek saygı, ona gösteriliyordu, bir de ana yerine koydukları Fahriye ablalarına. Birbirlerine güvenerek, kollayarak, sıcacık bir ailede geçinip gidiyorlardı. İki topaç oğlanın küçüğü, kocaanne diyordu Fahriye'ye. Adı Ahmet'ti. Üç dört yaşına varmıştı. Hep sevilmek isterdi. Ne var ki babası, büyüklerin yanında sevip okşayamazdı. Ah şu töreler! Çocuğunu kucağına alacağı sırada Şamil ağabeyinin koltuk değneğinin tak tak seslerini duysa, ellerini ardında kavuşturur, gözlerini başka taraflarda gezdirirdi. Yakında bu kasabadan uzaklara taşınacaklar, orada kendi asıl mesleği olana elektrikçiliğe başlayacaktı. İşte o zaman, eskimiş geleneklerden uzakta, daha özgür yaşayacaklardı."