Bu kitabın fikri oluşumu, bilim yaşamımın büyük bölümünü kapsayan Ortaçağ Anadolu Selçuklu mimarlığı ve sanatı araştırmaları sırasında ortaya çıkmıştır. Türkiye'de alışılmışın aksine, sanat eserlerini üretildikleri dönemlerin ve ortamların siyasal, sosyal, ekonomik ve beşeri koşullarıyla birlikte incelemeye çalıştığım yıllarda, ilk kez konunun yeni ve ilginç bir boyutunun daha bulunduğunu fark ettim. Gerçekte Anadolu'daki Selçuklu siyasal varlığının ve sanatının ekonomik kaynaklarını saptamaya çalışırken, Ortaçağ'da italyanlarla yapılan uzun süreli ticari işbirliğinin ve dışsatımların, sanılandan ve bilinenden çok daha kapsamlı olduğunu açıkça görebiliyordum. Bu durum, Selçuklu coğrafyasının en uzak noktalarına kadar yayılan bayındırlık ve mimarlık eserlerinin vücut bulmasındaki ekonomik potansiyelin ana kaynaklarından birisini, ayrıntılarına inerek tanımama olanak sağladı. Bizans döneminden beri uluslararası ticaret ve deniz taşımacılığı alanında Akdeniz'de rakipsiz olan İtalyanların, güçlü diplomasi geleneği ile beslediği ticari beceri ve üstünlükleri, XIII. ve XIV. yüzyılların ardından, zaman zaman ortaya çıkan siyasal çatışma ve gerginliklere karşın, Osmanlı döneminde de artarak sürdürülecekti.
Aslında Türk-Italyan ilişkileri; her alanda ve her aşamada, gerçekliği ve günceli her iki tarafın da kendi çıkarlarını gözetmede esas aldıkları değişik bir zeminde gelişti, iki taraf da -yararını korumak adına- karşı tarafı daha iyi tanımak ve değerlendirmek için özel çaba harcadı, yeni ve ilginç diplomatik taktikler, politikalar geliştirdi. Siyasal literatürde, genelde dostluk olarak tanımlanan ilişkiler bütünü içinde, birliktelikler, karşıtlıklar ve kopmalar hep birbirini izledi. Siyasal sürekliliğe karşın, olayların seyri çerçevesinde, ne dostluklar ne de düşmanlıklar kalıcı oldu. Yaşanan tarihin içinde, bu olguyu destekleyen çok sayıda örnek bulmak mümkündür. Bunlardan ilki ve belki de en dikkat çekici olanı, Anadolu Selçukluları dönemine rastlayan XIII. yüzyıl başlarında, yani ilişkilerin henüz başlangıç aşamasında karşımıza çıkıyor. Konunun kahramanları Selçuklu sultanı Gıyaseddin Keyhüsrev ile oğulları ve gelecekteki anlı-şanlı Selçuklu hükümdarları Izzeddin Keykavus ile Alaeddin Key-kubad'dır. 1196 yılında Selçuklu tahtından indirilen Gıyaseddin Keyhüsrev ve iki oğlu, bir tür siyasi sürgün olarak Konstantiopolis'e sığınmışlar, burada yöneticilerden yakın ilgi ve siyasi himaye görmüşlerdi. Hatta devrik Selçuklu Sultanı bir Bizans soylusuyla evlilik bile yapmıştı. Ancak yaşanan tarihsel süreç, Konstantinopolis'teki güçlü Venedik ticaret kolonisi ve doğal olarak Se-renissima Devleti ile Bizans arasında ekonomik ve siyasi çıkarların çatıştığı, son derece zorlu ve karmaşık bir siyasi dönemece rastlıyordu. Nitekim bir süre sonra Venedik Devleti'nin yönlendirdiği ve San Marco armalı gemilerle taşıdığı IV. Haçlı Seferinin orduları Konstantinopolis'i kuşatacak ve kent 13 Nisan 1204 tarihinde düşecekti. Bir dünya başkenti olan Konstantinopolis, Venedik'in öncülük ettiği Haçlılar tarafından yakılıp, yıkılıp, yağmalanırken; sabık Selçuklu Sultanı ve şehzadeleri de oradaydı ve yaşanan olayların gerçek tanığı olmuşlardı. Bir süre sonra oğullarıyla birlikte Konstantinopolis'ten ayrılan ve I205 yılında yeniden Selçuklu tahtına oturan Gıyaseddin Keyhüsrev, I206'da Venediklilerle ilk ticaret antlaşmasını yaparken, hiç kuşkusuz bağdaşıklarının ekonomik, siyasi ve diplomatik alandaki üstün yeteneğini iyi biliyordu. Aynı şekilde kendi dönemlerinde sözkonusu antlaşmayı yenileyen Izzeddin Keykavus ve Alaeddin Keykubad da Bizans Devleti'nin vergi muafiyeti ve aşırı borçlanma nedeniyle Venedikliler önünde ticari ve siyasi alanda düştüğü zaafiyeti ve sonuçlarını sürekli göz önünde tutan ihtiyatlı politikalar izlemiş olmalıdırlar.
Osmanlı dönemine gelince; Türk-Italyan ilişkilerinde bugüne kadar adından en çok söz edilen ve tartışılan kişinin Fatih Sultan Mehmet olduğu ve ilişkilerin başlangıç aşamasına damgasını vurduğu bilinmektedir. Fatih, çocukluğunun ve şehzadeliğinin geçtiği Manisa ve Edirne Saraylarında, Avrupalı tüccarlar ve diplomat-politikacılarla sürekli yakın temas içinde olmuştu. Özellikle Latin kökenli Avrupalı ve italyanlardan Batı ve Hıristiyan dünyasının coğrafyası, tarihi, siyasi ve ekonomik yapısı, teknolojik olanakları, dini, dili, kültürü, sanatı konularında çeşitli bilgiler almış ve bu konuları adeta başlıca uğraşı alanı haline getirmişti. Edindiği ve yaşamı boyunca edinmeye devam ettiği bu tür bilgiler, hayalini kurduğu Osmanlı emperial devlet düzeni için ileride oluşturacağı büyük politikaların başlıca referanslarını teşkil edecekti, ilginç ve bence en önemli nokta, Anadolu Türk tarihinde ilk ve belki de son kez, bir Osmanlı Sultanı nm italya hakkında yukarıda zikrettiğimiz türden bilgileri birinci elden edinmek istemesi ve bunları kendi politik gündemini oluşturmada zaman zaman kullanmış olmasıdır.
XIII. yüzyılın ilk yıllarından başlayarak XVIII. yüzyılın sonlarını bulan ve yaklaşık elli yıl aradan sonra yeniden canlılık kazanarak günümüze ulaşan Türk-Italyan ilişkilerinin hemen her aşaması siyaset, diplomasi, ticaret, kültür ve sanat ortamlarındaki ilginç etkileşim ve karşıtlıklarla doludur. Söz konusu tarihsel sürecin sanat alanına yansıyan verilerini irdelerken, konunun siyaset, diplomasi ve ticaret ilişkileri yörüngesinde ve bir bütünlük içinde ele alınması gereği ortaya çıktı. Bu bağlamda doğal olarak, on beş yıl önce salt sanat ilişkilerini incelemek üzere yola çıktığım araştırma serüveni, giderek iki ülke arasındaki çeşitli tarihsel gelişmeleri de içerecek şekilde ve belgesel öykü kıvamında bir derinlik kazandı. Sonuçta araştırmanın adı ve sınırı Türk-Italyan Siyaset ve Sanat ilişkileri olarak netleşti.
Çalışmanın özüne ve yararlılık paydasına yönelik nihai bir değerlendirme yapmaya gelince; bu kitapta yer alan bazı bilgi, belge, okuma ve yorumlamaların Türkiye'deki sanat ve kültür ortamına olduğu kadar, Batılılaşma ya da Batıyla bütünleşme adına yıllardır Avrupa kapılarını aralamaya çalışan siyaset ve iş çevrelerine de tarihsel gerçekler bağlamında, bazı yararlı ve yönlendirici mesajlar iletebileceği inancındayım.
Bu araştırmanın çeşitli aşamalarındaki emek ve yorgunluğu benimle paylaşmanın yanında, yönlendirici eleştirileriyle sürekli destek olan eşim Prof. Dr. Neslihan Sönmez e teşekkür ediyorum. Sevgili kızım Ayşe Sönmez, yıllar önce birkaç dildeki kaynak çevirileri konusunda bana yardımcı olurken çocuk denecek yaştaydı. Aynı şekilde, birlikte üretmenin mutluluğuyla ona da teşekkür ediyorum. Son olarak kitaba eklediğim yeni bölümleri ve düzeltmeleri dijital ortama aktaran asistanım ve sevgili meslektaşım Araştırma Görevlisi Nurcan Yazıcı'ya, Sanat Tarihçisi Hâlenur Kâtipoğlu Kaya'ya, kitap tasarımını büyük bir özenle gerçekleştiren grafik tasarımcı arkadaşım Yrd. Doç. Canan Suner'e, sevgili Şeref Gencer'e, son okumayı yapan Atakan Ural'a., uzun süre yayınlanmayı bekleyen bu eseri okuyucuyla buluşturduğu için Bağlam Yayınları' ndaki dostlarıma teşekkür etmeyi zevkli bir görev olarak kabul ediyorum.
- Prof. Dr. Zeki Sönmez İstanbul, 2006