Küçük bir Anadolu kasabasının, güzel bir köyünde, mutlu bir hayatı vardı Zohal'in. Henüz 9-10 yaşlarında küçücük bir çocuk iken, babası ve annesini arka arkaya kaybetmişliğin üzüntüsünü yaşamaya fırsat bulamadan, "Zohal" olan ismi, "Zuhal" oluverdi bir gecede.
Bu keskin değişimin şaşkınlığını henüz üzerinden atamamışken, gönlünü verdiği Cemal'le yaptığı mutlu evlilikle hayata yeniden başladı Zuhal. Ancak, çok geçmeden, kocasının ikinci kez askere çağrılarak, Balkan Cephesi'ne gönderilmesiyle, kararan hayatı, "töre" gereği kayınbiraderine üçüncü eş olmakla daha da çekilmez hal aldı.
Birbirinden derin uçurumlarla ayrılmış, üç değişik hayatı, kendi ayakları üzerinde dimdik durarak, yüz akıyla tamam edebilmenin haklı gururunu yaşadı hep. Yoksulluktan, sefaletten, açlıktan ölmek üzere olduğu anlarda bile, boğazından kendisine ait olmayan tek bir lokma geçirmemiş olmanın da gönül rahatlığını.
Hüznünden titreyen dudaklarından tevazu sözcükleri, yorgunluktan kan bürüyen gözlerinden sevgi ışıkları, hiddetinden gürleyen yüreğinden sabır nağmeleri, eksik olmadı hiç.
Sevdiklerine kavuşma isteği, ölümle kucaklaştığı anı hazza çevirdi. Ölümü düğünü, bayramı, şöleni oldu Zuhal'in. Mezar taşına yazılan: "Çileli, sabırlı, cesaretli, çalışkan bir insandı." Yazısı da destanı oldu. Türküsü oldu. Ezgisi oldu, dillerde mırıldanan.