19. yüzyıl İngiliz edebiyatının önemli kadın yazarlarından biri olan Emily Bronte'nin ilk ve tek romanı Uğultulu Tepeler, kırık olduğu kadar marazi de olan bir aşk hikâyesi etrafında gezinerek kadın ve erkek, insan ve doğa, aşk ve ölüm, sadakat ve ihanet, hakikat ve yalan gibi ikilikleri kendine özgü bir dille işliyor. Gotik roman türünün başarılı örneklerinden olan Uğultulu Tepeler, karanlık ve puslu evleri, içinde türlü arzuların, tutkuların ve düşüncelerin boyattığı odaları, ter içinde uyanılan kâbusları anlatırken, gerçekçiliği elden bırakmayan bir strateji izliyor. Bu dünyada her şey olanca karmaşıklığına rağmen son derece yalındır. İstekler çözülür, arzular geri çekilir, geriye uğultusuyla yabani bir doğa, sızılı bir yalnızlık ve aşktan taviz veren bir ruh hali kalır:
Hem bu ne biçim aşk böyle, sonsuz aşkın bir kar fırtınasına bile dayanamadı! Yaz günleri, ay gökyüzünde parladığı sürece, biz de yataklarımızda rahatça uyuduk; ama kışın ilk fırtınasıyla hemen başını sokacak bir yer arıyorsun.
Emily Bronte, kar fırtınasına dayanamayan güneşli aşklardansa soğukları, rüzgarları göze alan bir aşk anlayışından yana atıyor zarını, acıyı ve yalnızlığı göze almak pahasına...