Al atların uçtuğu ırmak boylarını, kekliklerin ötüştüğü, silahların konuştuğu dağları anlatırken gözlerinden bir bulut geçerdi nenemin, yağmur olur yağardı üstümüze. Seferberlikten dönen dedemin acı dolu öyküsünü dinlerdim, uzun kış gecelerinde, nenemin dizinin dibinde otururken. Ocağın alazı yüzüme vururdu, ben dağların yalnızlığını, dedemin büyük çaresizliğini yaşardım, nenemin şiir gibi destanlarının içinde akıp giderken. "Çıkageldi deden, yangın bir Bağdat gecesinden, barut yanığı bir kabalak, yırtık bir asker kaputu, yalınayak, başıkabak ve bizim hasretimiz yüreğinin en gizli köşesinde. Gittiğinden tam iki yıl sonra, çıkageldi bir güz günü" diye başlardı anlatmaya. "İnce, uzun boyunluydu deden Kara Mehmet. Buğday başakları gibi güzel ve kocaman gülen bir adamdı. Ağ gelin de indi mola yayladan türküsünü güzel söylerdi. Hurşit ile Mah u Mihri, Yaralı Mahmut, Kerem ile Aslı hikâyeleri anlatırdı. Keremin Kurukafayla konuşmasını anlatırken ağlardı. Yaa torunum, ne güzel adamdı senin deden Kara Mehmet..." Böyle başlardı ay doğarken ninemin destanları. Eşkıyalar girerdi düşlerime. Aynacıoğlu, Küçük Ağa, Deli Hacı, en çok da Katil ilyastan korkardım ve ona acırdım. Bir de dedem Kara Mehmet. Çengel bıyıkları, upuzun gövdesi ve gülen gözleriyle...