Tarihte "Altına Hücum" dönemi olarak adlandırılan ve üstüne kitapların yazıldığı, filmlerin çekildiği olaylar zinciri 19. yüzyılda Kuzey Amerika'da geçiyordu. Jack London'ın ünlü eseri, Vahşetin Çağrısı'nda konu edilen "Altına Hücum" olayı da 1896'da Kanada'nın kuzeybatısındaki Yukon Bölgesi'nde, Klondike Irmağı çevresindeki topraklarda altın bulunmasından sonra yaşanmıştı. Alaska'nın batı sınırında yer alan bu bölgeye göç eden insanların refah arayışı, kızak köpeklerinin bitmek tükenmek bilmeyen acıklı öykülerini de beraberinde getiriyordu.
Buck da bunlardan biriydi ama onu diğerlerinden farklı kılan tek şey dondurucu rüzgârların estiği bu yabani ve geniş arazi ikliminde daha önce hiç farkında olmadığı o ilkel varlığının kendi içinde yeniden hayat bulmasıydı. Buck acımasız kutup yasaları altında yeniden diriliyordu. "Dayak yemişti ve bunu artık biliyordu, ama bir yeri kırılmamıştı.
Sopalı adama karşı hiçbir şansı olmadığını iyice anlamıştı. Öğrendiği bu dersi yaşamı boyunca asla unutmadı. O değnek çok şeyi açığa kavuşturmuştu. İlkel yasaların egemenliğiyle ilk karşılaşmasıydı ve daha bu yolun yarısını kat etmişti. Yaşamın gerçekleri çok daha acı bir görüntüsüyle karşısına çıkmıştı; kendi tabiatının ve zekâsının el verdiği ölçüde algılamaya ve anlamaya çalışıyordu bu görüntüyü." İşte Buck'ın liderlik içgüdüsüyle birlikte ortaya çıkan ilkel varlığına dönüş öyküsü burada başlıyordu.