Eğri büğrü mektup yazısı gibi öyle karmaşık bakma bana. Gülkurusu, can ağrısı gülüşünden yer bırak sevinçlerime. Konuşurken dudağında tebessümdür mürdüm gül. Sen okunan ve bitmeyen bir mektupsun aykırı anlamlar yüklediğim. Pencere önünde beklediğim ve güneş içirdiğim fesleğenimsin kokusuyla derinlere daldığım... Hep bekleyenim ben, gelmeyecek seni...
Vakit daraldıkça kış olurum ben. Fırtınaya teslim ederim ipekten kanat dallarımı. Sen yoksun şimdi yüreğim yaralı bir atmaca kuşu misali kendi derinliğinde çırpınmakta. Hekimsiz kalmış hasta misali gelincik düşlerine uyanırım. Sen gidince ben ayaza tutulurum, yok olur çiçeklerim. Yüzlerce yıl birikmiş bir acının eşiğinde sallanır gibi gözbebeklerim... Sen gidince yaralarım açılır solgun bir çiçek gibi... Sen gidersin ben susarım biliyorsun çünkü kahrolası bir gururum var benim. Dağlara kafa tutan, Ferhat misali zirveleri aşan ama sevgiliye varamayan umutlarım... Bir bir yenilgiye dost olan yitik sevdalarım... Bir kelebeğin kanatlarında ürperen kır çiçeği hislerim... Senin her gülüşünün yedi lisanda bir anlamı var. Yedi kıta, yedi ülke, yedi iklim, yedi dil seni anlatmaya gönüllenmiş kendi dilinde... Ah, hüzün çiçeği kuşların suçu ne? Yol azığı çiğdemleri ezer ellerin. Sen benim yitiğimi bulduğumdun. Yaklaşamadığım, yakınlaşamadığım umudumdun. Ey hüzün çiçeği ben bir şehirdim şiirle kurulu mekânlarım. Sen bir göçmen kuşsun şehrimde uçmak çizen. Yaralarıma tuz basan...
Sustuğum, susadığım, adandığım ve kınandığımsın. Belki sevgimi yedi dilde anlatamam sana. Ama bunu bil hüzün çiçeğim benim de söyleyecek sözlerim, dile gelecek şiirlerim vardı. Ama sustum. Bilirsin, ben iyi susarım!