Dil onulmaz bir yaradır insanoğlunun içinde. Hem hapsedildiği hem ifşa olduğu hem direndiği hem sığındğı büyük bir muamma. Topluma giriş kapısı olduğu kadar toplumdan çıkışın da olası noktasıdır dil. Bu nedenle topluma dair olmanın ve olmamanın ifadesi kaçınılmaz olarak dildedir. Bu noktada, hayata dair sancı, toplumla uyuşamama ancak dilin dağılış ve kırılış biçimleriyle aktarılır. İçinde bulunulan düzene dair bir derdin o düzenin bizi aynileştiren, normalleştiren ve kalıplarla yaşatan kurallı dili ile anlatılması ancak bir samimiyetsizlik olarak adlandırılabilir. işte Sevim Burak'ın öyküleri bu samimiyetsizlikten uzaktır. Dilin kırılışı ve parçalanışı üzerinden kurulur onun öyküleri. Dile,doğal olarak topluma karşı çıkışın tezahürüdürler. Perdelere iğnelediği kağıt parçacıklarının, iğnelenmiş yerlerini görebiliriz Sevim Burak'ın öykülerinde. Ayrılma ve birleşmenin garip gerilimi onun öykülerinin dilini inşa eder ve dağıtır aynı anda. Dille çizilen, dile çizilen öykülerdir bu metinler. Ancak anladığımız anlamda bütünlüklü bir resimden ziyade bizi içine çeken, dağıtan, parçalayan bir resimle karşılaşırız. Kağıt parçacığındaki iğnenin sızısını okur olarak içimizde duyarız.