Onunla ne zaman ve nasıl tanıştığımı anımsamıyorum tam olarak. Ben o sıra Filizkıran fırtınalarından birine daha yakalanmıştım. Direnemiyor savruluyor, yaprak döküyordum adeta. O da benim gibi üşüyen elleriyle söküklerini dikiyor, savruluyor çocukluğunun peşine düşmüş, fesleğen kokusunu arıyordu... Anımsadığım dut ağacının gölgesinde yitirdiğimiz çocukluğumuzu bulduğumuz, bir görselin içindeydik onunla karşılaştığımızda. Sonra hızla büyüyerek, kavak ağaçlarının rüzgârdan titreyen narin yapraklarının hışırtısını dinleyerek çocukluğumuzdan, ergenliğimize sonra da gençliğimize doğru dertleşerek yol alıyorduk epeyce.
Miting alanlarında oluyorduk, dünyayı devrimle değiştirmeye inanarak omuz omuza veriyor, sol yumruğumuzu havaya kaldırıp sloganlar atıyorduk o sıra. Yanımızdan yüzlerinde eskimiş bakışlarımızın kaldığı yorgun yüzler geçiyordu. Her baktığımız yüzde unutulmuş masalları tamamlamaya çalışırken duvarlarını yumrukladığımız odalarımızda birikmiş onca senenin gücenmişliklerini, boşvermişliklerini, hayal kırıklıklarını, özlemlerini ağır ağır yürüyerek tırmandığımız tepelerin yamaçlarına yığıyorduk. Nereye baksak yüzümüz eskiyordu...
Alıcısı olmayan yaşamın kıyısındayız. Herkes her şeyi aldı, sattı, verdi, o onun oldu, şu bunun oldu, etme bulma dünyası değildi bu dünya, verme alma dünyasıydı, alan da satan da memnun kaldı. Bizim gibiler yani sevdi mi ölümüne, inandı mı canı pahasına inananlara yaşanacak bir şey kalmadı, şuh ve keyifli kahkahaların kenarından geçmemizin nedeni bu.