Bir kasabadan geçiyordum.
Üzeyir de bir kasabadan geçiyordu.
Peygamber, uyumuştu. Yanı başında, bir çıkında azığı duruyordu. Eşeği uyanıktı ve sineklerini kovalıyordu.
Tam yüz yıl geçiyor.
Gözlerimi kırpmadan mağarayı ve oradaki insanı izliyorum.
Üzeyir, ölmüştür. Tanrı'nın kudretini gösterircesine yüz yıllık din- lenmenin arkasından peygamber, gözlerini aralıyor ve kalkıyor. Kolları, bacakları uyuşmuştur. Esniyor. Sağa-sola kollarını geriyor. Rahatlıyor.
"Bu uyku bana çok iyi geldi." diyor.
Üzeyir, uyuduğunu sanıyor. Acıkmıştır. Gözleri azığını arıyor, bulamıyor. Gözleri, eşeğini arıyor. Elçi, bir kemik yığınıyla karşılaşıyor. Şaşkındır. Hayretler içindedir.
"Bu uyku." diyor.
"Bu uyku, nasıl bir uykuymuş?"
"Ekmeğim küflere karışmış, eşeğimin kemikleri toz olup dağılmış. Allah'ım, senin kudretin, senin sonsuz gücün."
Balkonda, sokak lambasının loş ışıklarla vurduğu masamda, Üzeyir'in menkıbesini okuyorum.
Kasaba engin bir uykunun kollarında.
Çekirgeler uzaktan ve derinden bağırıyor…