Ellerimde ayakkabılarımla, hangi yoldan, kiminle ve nasıl gittim, bilmiyorum. Oraya vardığımızda epeyce bir kalabalığın çoktan orda toparlandığını gördük. En geç beş dakika sonra yakalananlar hariç tam kadro ordaydık: Zafer Meydanı'nda, ya da -daha doğrusu: Orduevi'nin önünde- kalabalıklaşmış, trafiği durdurmuş, bağırıyorduk: "Ordu-gençlik elele / Milli cephede", "Bağımsız Türkiye", "Kahrolsun Amerika!" Sloganlarımız dalga dalga yükseliyor, işten çıkanlar, alışverişten dönenler bizi ilgiyle izliyordu. [Gökalp'in anlattığına göre Deniz o hızla Orduevi'nin içine dalıp orada slogan atmış, subayların dışarı fırlaması bundanmış!]
Derken Orduevi'nden çıkıp bizi izlemeye gelenler oldu, üniformalarıyla. Bize acıyarak bakanlar da vardı, ağlayanlar da; elleri cebinde, alayla seyredenler de. 28- 29 Nisan'ın havasını anyorduk sanki: öğrenciye kendini siper edip polisten koruyan, 27 Mayıs'tan sonra gençlerle kolkola yürüyüş yapan devrimci subayları mı bulacaktık? Yüzü-gözü patlamış, kan içinde olanlar vardı aramızda. Onlara bile tepki göstermiyor, öyle durmuş show seyreder gibi bizi seyrediyorlardı. İşte Milli Demokratik Devrim (MDD) düşüncesinin "asker-sivil aydın zümre önderliği" tezinden ilk kuşkuya kapılmam orda oldu. Zaten sonradan bu olay aramızda çok eleştirildi, çok tartışıldı.