"Hikâyesi olmayan bir şey var mıdır? Havaya bırakılan bir soluğun, hatta o soluğun her bir zerresinin bir hikâyesi yok mudur mesela? Her soluğun yüklendiği, ciğerden çıkarıp havaya teslim ettiği, esintilerle dört bir yana uçurduğu bir duygu ve o duygunun da bir hikâyesi yok mudur? Göğüsten bir ah ile mi yoksa bir oh ile mi çıktığını düşündüğü andan itibaren hikâyecinin zihni, o soluğun hikâyesini kurgulamaya başlar."
Bir kadın ve adam, karıncalar ve kurbağalar, yazarlar, çocuklar; caz, Latin edebiyatı, tretman, Braille alfabesi; Schiphol Havalimanı, konak, çöpler, tren; simit, kivi… Her biri birer öykünün parçası olmak için kendi öykülerini de sırtlanarak gelir ve yerlerini alır bu iki kapak arasında.
Yazar, farklı pencerelerden yalın ve samimi bir şekilde hâl, duygu ve düşünceleri ironi, mizah ve yoğun iç çözümlemelerle değerlendirmiş; hayata özgü, anlamlı bildirimleriyle de kişisel dünyaların temeline inmeyi bilmiştir. Böylelikle kahramanlarının ayakkabılarını giymekle kalmayıp onlara da başkalarının ayakkabılarını giydirebilmiştir. İnce işçilik bir kurgu, sinematografik bir bakış, sade ağır ayrımı yapmaksızın dili tam bir kabulle kucaklayış ve pürüzsüz zaman geçişleri yazarın öyküleme tarzında öne çıkar.
Obur Bibliyofil'de olduğu gibi bu ilk öykü kitabında da yazarın özgün çizimleri her bir hikâyenin eşiğinde, ellerinde leislerle okurunu karşılıyor