Dördüncü koğuştayız. Hava yağmurlu, yerler ıslak... Sanki mahkûmların gözyaşları ıslatmıştı beton avlumuzu. Güneş, müşadiye koğuşlarının bulunduğu duvara yeni yeni yansıyordu. O köşe biraz daha ısınmıştı. Gidip sırtımı o duvara yasladım. Hapishanede öğreneceğiniz en önemli kaide budur; 'sırtını duvardan başkasına dayamayacaksın!'
…demir kapı yine o iğrenç sesi ile açıldı. Beş-altı mahkûm getirildi avluya. Gardiyan, 'hadi Allah kurtarsın' diyerek bıraktı mahkûmları. Birkaç genç ve yaşlı bir dayı…
… yoksa sabah haberini okuduğum cinayet zanlısı dayı mıydı? Evet, benziyordu. Demek bizim koğuşa verilmiş. Ulucanlar, bu ezgin dayıyı da misafir edecekti artık…Sevecekti, güvenecekti, kardeş bilecekti beni. 'Zaten içeride ölürüm kardaş' diyordu ama bir emanet bırakmıştı geriye. Aklı ondaydı ezgin dayımızın…
- Zaza, kızın kolundan tutup balkona götürdüm. Silahımda beş mermim vardı. Ağladı, yalvardı... Kafasına dört kez ateş ettim...
- Dayı çocuğu öyle bırakmadın, ona da bir tane sıktın değil mi?..
- Son mermiyi zaten çocuğa ayırmıştım Zaza…
… çünkü o da raconun bu olduğuna inanıyordu…
… kanımı emmeye çalışan sivri sinekleri bile öldürmeyen merhametli biri iken, masum bir çocuğun, babası tarafından öldürülmesi gerektiğini söyleyecek kadar zalimleşebiliyordum...
Peki neden..!