Meryem’in Çiçekleri
“Bu dünya yalan zaten; başı kim bilir nerede olan bir ipin ucunu tutmuş, günlerin peşinden koşuyoruz.” Yıl 1914. Genç hâkim Sinan için İstanbul’dan Diyarbekir’e atandığı yıldır bu. Sırtında onu yetiştiren İttihatçılara gönül borcu yüküyle geldiği bu şehirde bambaşka bir dünyanın ve mücadelenin içinde bulur kendini: Halka korku saçan aşiretler, basılan köyler, şehirlere, köylere, dağlara çöreklenen, yaklaşan tehcirin emareleri. Sinan’ın gözünden planlayıcılar, köyü baskına uğrayınca intikam yemini eden Adis’in suretinde halkların yaşadıkları, ölmenin ve öldürmenin olağanlaşarak önemini kaybedişi… Meryem’in Çiçekleri bu karanlık dönemi, ama en çok da yer yer yırtılan bulutların arasından kendini gösteren ışığı hikâye ediyor: Hiç kimsenin olduğu yerde, olduğu gibi kalamadığı, iyiliğin ve kötülüğün kimliklere hapsolamadığı bir dünya bu. Abdullah Ataşçı, gerek üslubu gerekse yer verdiği karakterlerle, Bırîndar, Attilâ İlhan Roman Ödülü kazanan Yara Bende ve Heder Ağacı’nın açtığı yolda, sürekli daha ileriye gidiyor. Ona göre pek çok kapısı vardı geleceğin ve bu kapılardan doğruyu, güzel olanı seçmek insana kalmıştı. Ancak insan, tabiattaki en kusurlu canlıydı. Üstüne üstlük kusursuz olduğunu sanacak kadar büyük bir kusura sahipti.
Devamını Oku